BİR ÖMÜR SİNEMA - ATİLLA DORSAY
|
O sinemaya bir ömür vermiş, hayatından sinema uğruna nice feragatlerde bulunmuş, duayen bir sinema eleştirmeni. Aynı zamanda 48 yıla 50 kitap sığdıracak kadar başarılı ve üretken bir yazar. “Quo Vadis İstanbul-Bir Kentin 20 Yıllık Tarihi ve Bugünü”, “Emek Yoksa Ben de Yokum!-Bir Kültür Semtinin Çöküşü”, “100 Yılın 100 Türk Filmi”, “Türkan Sultan’a Armağan.” , “Renkli Sinemaskop Bir Hayat” O’nun kısa süre önce çıkan kitapları Atilla Dorsay’la siz değerli Parola okuyucuları için görüştük.
|
Şu an elimde 50. kitabınız var. 48 yılda 50 kitap, bu sizin için çok gurur verici bir başarı olmalı.
Güzel bir başarı tabii. 50. kitabım, “ Renkli Sinemaskop Bir Hayat”a bir ömrü, daha önceki kitabım “100 Yılın 100 Türk Filmi”ne ise, sinemamızın 100 yılını sığdırdım. Son 14 ayda, 5 kitap çıktı. Daha önceki dönemlerde de, 3 kitabımın aynı yıl çıktığı oldu. Mesela 2009’da benim 70. yaş yıl dönümüm vardı. 70 yaş çok önemli bir yaş diyerek, o ara hızlandım. O yıl, birbiri ardına 3 kitabım çıktı. Bu yıl Tüyap Kitap Fuarı’nın Onur Yazarıydım 50 kitabım da bu fuar için Tüyap tarafından hazırlanarak okuyucuyla buluşturuldu. . Dünya’da bir yazarın sinema üstüne bu kadar kitap yazması pek sık rastlanan bir şey değil
Sinema ağırlıklı yazıyorsunuz. Ama şiir ve bir de öykü kitabınız var.
Evet. Önce şiirler sonra öyküler çıktı. “Hepsi Senin İçin” kara hikaye tarzında bir eser. Gerilim tadında, tuhaf aşkları anlattım. Bir dönem kalabalık bir grupla uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Çeşitli açılardan çok tuhaf çiftler vardı. Ben onları gözlemleyip, notlar almaya başladım. Zaten kafamda böyle bir proje vardı. Hayatlarımız boyunca birçoğumuz ne garip aşklara tanık oluyoruz. Bu tür aşkları genellikle filmlerde sanıyoruz ama gerçek hayatta da karşılığı var. Daha doğrusu gerçek hayatın, filmlerde karşılığı var. O yolculuktan dönüşte hikayeleri yazmaya başladım. İki ay içerisinde de bitirdim.
Son dönemlerde Türk sinemasında da gerilim, korku tarzında filmler çekiliyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu filmleri?
Biz korku filmi yapamıyoruz. Geçen gün bir toplantıda da söyledim, alkış aldı, dedim ki, “Türk insanı artık hiçbir şeyden korkmuyor ki, filmden nasıl korksun…” Böyle bir hayat mücadelesinin içinde, özellikle kadınlara karşı şiddetin egemen olduğu bir toplumda insanları korkutmak kolay değil. Dolayısıyla, o palavra hikayelerle,cin, şeytan vb. bu tür şeylerle insanları korkutamazsınız.
Türk halkını sinemada hangi türler daha çok etkiliyor?
Komedi, melodram biraz da tarih filmleri halkı etkiliyor. Ama bana göre Türk halkı, daha çok melodrama yakın.
Bu tarzda genelde, güzel film kıstaslarından biri “Çok ağladık” oluyor. Sizce ağlatması önemli mi?
Ben de melodramı çok severim. Soylu bir melodram beni çok etkiler. Ağlatıyorsa daha çok etkiler.
Çağan Irmak’ın son filmi “Unutursam Fısılda”yı nasıl buldunuz?
Çağan Irmak bu konuda çok iyi bir örnek. O’nun filmleri beni ağlatıyor. Hatta direnmeye çalışıyorum yine başaramıyorum. Ağlatıyor. Bu filmde de, ne zaman ki, iki kız kardeş seyircinin önüne çıktılar ben o sahnede dayanamadım, yine ağladım. Bu tür filmlere şapka çıkartırım.
“Unutursam Fısılda” bir dönem filmi olarak nitelendiriliyor. Sizce öyle mi?
Aslında o kadar da dönem filmi değil. Batıda dönem filmi denilince, daha eski dönemler anlaşılır. Bizde 1940’lardan 80’lere kadar olan zamanı anlatan filmler, dönem filmi sayılıyor. O yıllara geri gitmek o kadar zor değil. Bu nedenle daha eski dönemlere ait filmlere dönem filmi demeliyiz.
Son dönem filmlerin saundtrack’lerini nasıl buldunuz?
“Unutursam Fısılda” ve “Karışık Kaset” 70 yıllar Türk popunu anlatıyordu. İki filmin müziklerini de beğendim. Ama “Karışık Kaset” de yer alan müzikleri daha iyi buldum. Türk halkının pop müziğe dört elle sarıldığı bir dönemdi 70’ler. Hala o dönemin sanatçılarına büyük sevgi duyulur. Batıda, bunun pek de öyle olmadığını görürsünüz. Söz gelimi 1950’lerde Amerika’da patlak veren bir Rock’n Roll fırtınası vardı. Ama günümüz Amerikan toplumu bu döneme, bizim kendi geçmiş dönem pop müziğimize bağlı olduğu kadar bağlı değildir. Hep yeni şeyleri dinlerler, hep yeni şeyleri değerlendirirler. Ama bizim toplum gerek Yeşilçam’a gerekse pop müziğine büyük bir bağlılık gösterdi.
Ama aynı durum Türk sineması için geçerli değildi. Özellikle 74 sonrası, sex filmi furyası sinemaya oldukça güçlü bir darbe vurmuştu.
O dönemlerde ülkeyi, Türkiye’nin gördüğü en tutucu iktidarlar yönetiyordu. Ve onların olduğu bir ortamda sex filmleri filizleniyordu. Nasıl oluyordu bu?... O dönem iktidarları, başlayan bu filizlenmeyi adeta korudular, engellemediler. İşlerine geldi. İzin verdiler. Çünkü politik sinemanın olması, halkın bunlardan etkilenmesi istenmiyordu.
Toplumun belirli bir kesiminin beynini sex filmleriyle mi uyuşturdular?
Bence öyleydi. Özellikle sokaktaki adamı, bütün o vuruşanları siyasi olarak galeyana getirmeyecek bir sinemaydı bu. Halk kitleleri sinemaya gitmez oldu. Tek kanallı bir TV’de kendilerine ne sunulursa onu izler oldular. Bir nevi uyuşturuldular. Onlarda, kendi siyasi propagandalarını TV’den halka empoze ettiler. Sinemanın bir sanat dalı olması umurlarında değildi. Öyle de davrandılar.
1980 sonrası, kadın sorunlarını ele alan filmlerin yapılmasını neye bağlıyorsunuz?
O dönemlerde toplumun politize olmasının önüne geçmek için çabalayan bir sistem vardı. Haklılardı da. Çünkü toplum 80 öncesi dönemde öyle bir karışmış, öylesine kızışmıştı ki üzerine soğuk su dökülmesi gerekiyordu. Dolayısıyla sinemada, sansürü biraz yumuşatıp, kadın filmlerine, kadının cinselliğini yaşadığını vurgulayan filmleri ön plana çıkardılar. Hatta, bunları desteklediler gibi geliyor bana.
Aslında 80 sonrası sinemamızda, bir değişim rüzgarı da hissediliyor.
Bu dönemde, ilk defa sinemamızda “birey” ön plana çıktı. Çünkü daha önceki Yeşilçam filmlerinde birey yoktu. Hep gruplar, topluluklar vardı. Bütün ayılıp bayıldığımız filmlerin hemen tümünde önde aşık bir çift, arkada büyük bir oyuncu grubu vardı. Birey ön plana çıkmıyordu. Ama 80 sonrası birey ön plana çıktı. Bunun en güzel örneği “Anayurt Oteli”dir. Gece bekçisi Zebercet, akılda kalan bir karakter olmayı başardı. O döneme kadar cinselliğini yaşayan kadının başrolünü tuttuğu hikayeler de yoktu. Bütün bunlar 80 sonrası ortaya çıktı. Aynı zamanda 80 sonrası, aydınların sinemaya daha fazla katkıda bulundukları da bir dönemdir. Bu yüzden halka biraz tuhaf gelen entelektüel filmler yapıldı. Sinemaya aydın katkısı gerekiyordu, o dönemde bu sağlandı.
O dönemi, çok baskıcı bir iktidar altında sinema yapmak olarak tanımlayanlar da var.
O kadar da baskıcı değillerdi. 1985 sonrası 12 Eylül’ü eleştiren filmler de yapılmaya başlandı. Ve o dönem iktidar da olanlar buna müdahale etmediler. Mesela, “Sen Türkülerini Söyle” de 12 Eylül’un toplumda yarattığı travma eleştiriyel bir dille anlatıldı ve müdahale olmadı.
60’larda da sinemaya baskı var, Mesela, “Susuz Yaz”, “Yılanların Öcü” gibi filmler yasaklanıyor.
1960’larda ilk defa işçi filmleri yapılabildi. “Karanlıkta Uyananlar”, “Bitmeyen Yol” gibi filmler var. Ben bunları Remzi Kitapevi’nden çıkan “100 Yılın 100 Türk Filmi” kitabımda ele aldım. Onlar bayağı cesur, hem işçileri hem de grev hakkını savunan filmlerdi. O yıllarda Anayasa’da grev hakkına ilişkin yasal bir uygulama henüz yoktu. 60’larda baskı var sansür var diyoruz ama yine de böyle filmler yapılabiliyordu. Öte yandan evet o yularda, Metin Erksan filmlerinin peşine düşüp yargılayan bir sitem de vardı. Ama 70’ler daha da kötüydü. Milliyetçi koalisyonlar dönemiydi. 74’lerden sonra sex filmleri serbestti ama politik film yapılamıyordu. 1977’de bu nedenle, tüm starları, yönetmenleri, eleştirmenleriyle sinema sektörü, İstanbul’dan Ankara’ya bu durumu protesto yürüyüşü yaptı. 1979’da ise Antalya Film Festivali yapılmadı. Nedeni, önemli bazı filmlerin yasaklanmasıydı. Bunu protesto için de sinemacılar, filmleri festivalden çekmişlerdi.
Bu yılda festivalde bir sansür fırtınası koptu.
Ben uzun yıllardan sora ilk kez bu yıl festivale davet edilmedim. Yoğun bir dönemimdi. Tüyap Kitap Fuarı’nın onur yazarıydım. Yeni kitaplar hazırlıyordum. Bu nedenle üzerinde fazla durmadım. Ama bu yıl, sansürle ilgili koparılan fırtına, sansürün en ağır yıllarına şahit olmuş bulunduğum için bana çok abartılı geldi. Neymiş, bir belgesel filmin alt yazı cümlesine, Cumhurbaşkanına hakaret ediliyor gerekçesiyle müdahale edilmiş. Tamam sansür sansürdür ama bu kadar gürültü kopartılmaya değer bir durum muydu?... Bence değildi. Ben daha önceki yıllarda öyle sansürlere tanık oldum ki, bu durum bana çok hafif geldi. Hatta yine bir Altın Portakal Festivali’nde Yılmaz Güney’in 3 filmi ödüle hak kazanmıştı. Ama buna itiraz edildi. Güney’in ödülleri iptal edildi. Jüri yeniden toplanıp, başka filmlere ödül verdi. Bu çağda tabii ki sansür hiçbir şekilde olmamalı ama o kadar çok şeye, bu kadar çok sansür uygulanan bir ülkede, bana bu yıl kopartılan fırtına biraz manasız geldi.
Eleştirmenler pek sevilmez ama siz Türkiye’de saygı duyulan ve sevilen bir eleştirmensiniz. Bunun nedeni sizce nedir?
Buna ben yanıt vermemeliyim ama nacizane bakmam gerekirse, inadım, sabrım, eleştirmenliği bir meslek ve kurum haline getirmek için verdiğim mücadele bunda etkili olmalı. Bir de açıldığı günden bu yana özellikle TRT 2’de yaptığım sinema programlarının da bunda büyük etkisi var. Bu programlarda sayısız filmi Türk izleyicisine tanıttım.
Siz, sinema eleştirmenliği uğruna birçok şeyden de vazgeçmişsiniz.
Sinema uğruna mimarlığı bıraktım ki bu işten çok para kazanabilirdim Çünkü fazla mimar yoktu. Bir ara tercüman rehberlik yaptım. Ona da devam edebilirdim. O yıllarda Türkiye turizm alanında yeni keşfediliyordu ve zengin turistler geliyordu. Devam etseydim yine çok iyi paralar kazanabilirdim. Bırakın bu geçmişi ben 2013 yılında sırf Emek Sineması’nın yıkılmasıyla ilgili yazdığım bir yazıya sadık kalmak için Sabah Gazetesi’ndeki işimden istifa ettim. Oradan ayrıldığım da ayda 8 bin TL. maaş alıyordum ki bu iyi bir paraydı. Benim 2 çocuğum var ve henüz elleri ekmek tutmuyor. Bu nedenle bu aylık gelir benim için oldukça önemli bir rakamdı. Ama sözüme sadık kalmak, ilkelerimden taviz vermemek adına istifa ettim. Benim hayatım sinema uğruna bu tür feragatlarle dolu. Belki toplumda bunların farkında olduğu için beni bu kadar sevdi ve saydı. Beni sevmeyen insanlar var bunu biliyorum ama yine de önemlice bir kesim beni ve yazılarımı seviyor.
Mesleki anlamda erdemli bir duruşunuz var.
Yazılan yazıların ve verilen sözlerin insanı bağladığını düşünüyorum. Ve bunların arkasında durmak için çaba gösteriyorum. Çünkü doğru olan bu.
Recep İvedik’i neden hiç sevmediniz?
Şu an sizinle, “Çakallarla Dans” filminin basın gösterimden sonra görüşüyoruz. Bu filmde gördüm ki, 1 değil tam 5 tane Recep İvedik var. Aynı kaba, saba haller bu filmde de göze çarpıyor. Sonuna kadar izlemeye dayanamayıp çıktım. İnsanları güldürmek zor bir iştir. Bu nedenle, güldürme çabasına büyük saygım vardır. Komediyle birçok insanlık durumunu, dramdan daha iyi bir biçimde sergileyebilirsiniz. Bu anlamda komediyi küçük görmem. Nitekim “100 Yılın 100 Türk Filmi” kitabıma Kemal Sunal’ın “Kapıcılar Kralı” ve “Çöpçüler Kralı”nı aldım. Hababam Sınıfı”nın ilk iki filmi de var. Yakın yıllardan da, “Dondurmam Kaymak” gibi örnekler var. Bütün bunlar kendi türlerinde zirveye çıkıyorlar. Dediğim gibi komediyi severim. Ama Recep İvedik tiplemesini ilk izleyişimde çok kaba buldum. Gerçekten de çok kabaydı. Ama sonra düşündüm, dünya sinemasında da kabalıkla komediyi yaratma çabası olmuş. Dolayısıyle, kabalıkla da güldürmeye çalışılabilir ve kabalıkla da toplumsal eleştiriye gidilebilir. Nitekim bunları göz önünde bulundurunca, Şahan Gökbakar’a , haksızlık ettiğimi düşündüm. Daha sonra o serinin filmlerinden “Recep İvedik 3”ü izleyince, iyi komedi unsurları içerdiğini gördüm. Fikirler değişebilir. Mesela, Cem Yılmaz filmlerini beğenirdim ama O’nun da son filmini komedi olarak başarılı bulmadım. Beni ne güldürdü ne ağlattı. İki arada bir derede bıraktı. Bir yerde hatta şunu söyledim, “Recep İvedik filmleri bile bu filmden daha iyiydi.” Bu söylemlerim geriye dönük bir özür dileme değil. Sadece daha global bir şekilde baktığım da, bazen göklere çıkardığımız bir sanatçının bir filmde çıtayı düşürdüğünü, beğenmediğiniz bir sanatçının ise üst düzey işler yapabildiğini görebiliyorsunuz. Bizler her şeye makro düzeyde bakmak zorunda olan eleştirmenler olarak, kişisel sempatimizle ve antipatimizle hareket edemeyiz. Bir ara Şahan’la bayağı bir atışmalarımız oldu. Ama yine de ben O’nun filmlerine, O’nu sevsem de sevmesem de tarafsız bir gözle bakmak zorundayım.
Mahsun Kırmızıgül’de bazı kesimler tarafından çok eleştirildi. O’nu genel anlamda nasıl buluyorsunuz?
Mahsun’un, ilk iki filmini beğendim. “Beyaz Melek” bence Türk Sineması’nda yapılmış en güzel melodramlardan biriydi. Gerçek anlamda müzikle desteklenen bir dramdı. Başta, Yıldız Kenter’in ve diğer oyuncuların olağanüstü oyunları vardı. “Güneşi Beklerken” de çok iyiydi. Film, kürt sorununa hoş bir yaklaşım getiriyordu. Filmde işlenen dramlar son derece etkileyiciydi. Ben Mahsun’da, bir Yılmaz Güney pırıltısı gördüm ki, Yılmaz Güney benim hayatımda çok önemli rol oynamış çok sevdiğim bir yönetmendir. Mahsun’da gerçek bir sinema duygusu ve ülke gerçeklerini söyleme tutkusu vardı. Bu beni etkiledi. Bu filmleri beğendim, övdüm. Bu nedene Mahsun’la çok iyi ahbap olduk. Telefonlar edip teşekkürler etmeye, yemeklere, kahvaltılara davet etmeye başladı. Ama “ New York’ta 5 Minare” çok iddialı bir filmdi. Çok beğenmedim ve olumlu bir eleştiri yazmadım. Bu nedenle Mahsun benden koptu. Aslında iyi de oldu. Bu durumda çok iyi bildiğim bir şeyi bir kez daha görmüş oldum, yönetmen ve oyuncularla, eleştirmenler iyi dost olamaz.
|